Siz hiç karınca oldunuz mu? Ben bu sabah ilk kez gerçek bir karınca oldum. Kalk borusuyla tüm işçilerle birlikte harekete başladım. Nemli toprağın içerisinden yokuş yukarı yürüdüm. Sırayla dışarıya doğru çıkıyorduk. Göremesek de ön sıralardaki karıncaların dışarı çıktığını hemen anlıyorduk. Çünkü onlar durduğunda hepimiz duraklıyorduk. Kimse konuşmuyordu ama buna rağmen olup biteni anlıyorduk. Bu kadar sessizlikte birbirini anlayan milyarlardık. O halde konuşmak iletişim değil miydi?
Sıram neredeyse gelmişti, önümdeki karınca da benim gibi ilk kez dışarı çıkıyordu. Etrafa bakınıp olan biteni anlamaya çalışırken en önde duran asker karınca ona doğru eğilip ‘Çabuk ol!’ diye bağırdı. Ama o kadar merakla etrafına bakıyordu ki askeri duymadı bile. Demek ki bağırmak da iletişim değildi.
Arkamdakiler yavaşlamasın diye seri hareketlerle ilerliyordum. Nihayet sıra bana geldi, bir anda yüzüme bir serinlik çarptı. Yaşasın, artık dışarıdaydım! Birkaç adım atarak biraz sağa çekildim. Gözlerim dar karanlıktan geniş karanlığa uyumlanmaya çalışıyordu. Gözlerime hiçbir komut vermediğim halde otomatik hareket ediyordu. Belki de her hücrem ilk kez karşılaştığı şeyleri tekrar irdeliyordu. Zaten çoğu şeyi bilmiyordum. Şimdi bilmediğim daha büyük bir çoklukla karşı karşıyaydım. Binlerce farklı şey görüyordum, antenlerim olanı biteni algılamaya çalışıyordu. Bir süre sonra besin kokularını ayırt etmeye başladım. Peki hangi besin kolonimizin gerçek ihtiyacıydı?
Tohum kokuları, lezzetli yaprak kokuları, et kokuları… Ve toprağın altına girmesi gereken atık kokular…
İlerlemeye başladım, bu küçük bedenle neleri taşıyıp koloniye götürebilecektim? Yuvaya götürebileceğim mutlaka bir şeyler olmalıydı. Diyelim ki taşıyabileceğim besini buldum, peki faydalı ve zararlı olanı nasıl ayırt edecektim? Şimdi kendimi test etme zamanı diye düşündüm.
Gözlerim bu çevreye daha yeni alışmaya başlamıştı. Zaman geçtikçe daha net görmeye başladığımı fark ettim. Önce her şeyi keskin görüşümün artmasından böyle gördüğümü düşünmüştüm. Ama gördüklerimin gerçek olduğunu anladığımda hayrete düştüm. Yeryüzü aydınlanıyordu, gözümün görebileceği en uzak yerde koyu kırmızı bir çizgi vardı. Koyudan açığa doğru dönüyor, sarı bir ışık yayıyordu. Yeryüzünün renkleri ve şekilleri açığa çıkıyordu. İşte tam o sırada bir tohum tanesi toprakta uzanmış beni bekliyordu. Metrelerce uzaktan taptaze kokusu gelmişti bile. Kardeşlerime o taze tohumu götürebilmek için heyecanlandım. Hemen adımlarımı hızlandırdım ama baktım ki başka bir karınca onu yüklenmeye çalışıyor. Hemen oradan uzaklaşıp başka bir yerde rızkımı aramayı düşünürken yardıma ihtiyacı olduğunu fark ettim.
Tohumun bir parçasını kaldırıp sırtına almıştı. Ama onun taşıyabileceğinden ağır bir yüktü. Çünkü tohumun henüz suyu çekilmemiş, tazecikti. Yere değen kısmı onu taşımayı zorlaştırıyordu. O kadar büyük bir yükü taşıması ona sadece zarar verirdi, birlikte taşımalıydı.
İşte dedim içimden, bu ihtiyaç gidermek. Beni görmesi için önce karşısına geçtim. Ona selam verip “benden sana zarar gelmez” dedim. Sonra arkasına dolaşıp tohumun yere değen bölümünü sırtlandım. Birbirimizin yüzünü görmüyor olmamıza rağmen tebessümümüz aynı ritimle adım atışımızdan belli oluyordu. Aramızda bir beyandan fazlası vardı artık. O ve ben iki işçi karınca olarak aynı yolda ortak bir hedef için ilerliyorduk. Birlikte aynı yükü taşıyarak farklı kolonilerimizin ihtiyacını karşılayacaktık. Bu bizim aramızdaki bağdı. Sımsıkı tutunduğumuz beyaz bir bağ.
İlk tohumu depolara teslim ettikten sonra yeniden yukarı çıktık. Sonra bir parça yaprak, bir çekirdek kabuğu derken birlikte hareket ederek beş altı gıda taşıdık. Artık aramızdaki bağ kuvvetlenmişti. İşimizi bitirmiştik ki 15-20 karıncanın bir böceği taşımaya çalıştığını gördük ve hemen o yükün altına girdik. Küçük olmamız önemli değildi, önemli olan bir zorluğu birleşerek ne kadar kolaylaştırdığımızdı. O zaman anladım ki tek başına kahraman olmak ihtiyaç gidermiyordu. Bir hedefte birleşip hareket etmek gerekiyordu. Ve bunun gündeminden çıkması ustalaştırıyordu.
Karınca da olsa sürekli “ben yaptım, ben getirdim” demek kişiyi hep iletişimde bırakıyordu. Hep beyanda kalmak, sürekli bir şeyler anlatmaya çalışmak yorucuydu. Her olumlu sonucu kendinden, olumsuz sonucu ise dış dünyadan bilmek onu geliştirmiyordu.
Oysa bizim yaşam stilimiz ihtiyaç gidermek olmalıydı. Zaten olması gereken şeyleri sürekli yapmaya çalışmak bir döngüydü. Bu döngü içerisinde varlığını sürdürmenin, olgunlaşmanın yolu da buydu. Önce ihtiyacı algılayıp tanımlamak, onu konumlandırmak, hangi imkân ile hareket edeceğini belirlemek ve harekete geçmek. Tüm bunlar için sebep oluşturmak gerekliydi. Çünkü sonuç oluşturmak bize ait değildi…
Hava tekrar kararmaya başladığında kolonilerimize döndük.
Bir şeyleri doğru yapıyordum ve mutluydum.
Kraliçenin beni çağırmasını bekledim.
Ona sormak istiyordum.
Nasıl daha mutlu ve başarılı olabilirdim?
&
“Hangi imkân ile hareket edeceğini belirlemek ve harekete geçmek.” Karıncayı düşününce ufak hareketlerin sürekliliği geliyor insanın aklına, karıncalardan öğrenecek çok şeyimiz var.
YanıtlaSilKaleminize sağlık. Ne kıymetli mesajlar var...
YanıtlaSilKaleminize sağlık çok güzel anlatmışsınız. Çok kıymetli stratejiler ve çok samimi bir anlatım. ’… yaşam stilimiz ihtiyaç gidermek…. Önce ihtiyacı algılayıp tanımlamak…imkân ile harekete geçmek...’ Olgunlaşmanın yolu. Çok teşekkürler 💐
YanıtlaSilÇok güzel bir yazı küçük kızımla hayata dair bir paylaşım yapabileceğimiz bir öykü, birlikte burdan birçok yere varabiliriz
YanıtlaSilSamimi ve sıcak bir hikaye olmuş. Kaleminize sağlık. Kücüklüklerine ragmen çalışkan ve disiplinli olmaları insanlara cok guzel bir örnek.
YanıtlaSilKaleminize sağlık...
YanıtlaSilAynı anda hem sanki daha önce dinlediğim birşeyi dinliyormuş gibi hem de ilk kez duyuyormuş gibi oldum. Yazanların emekleri zayi olmasın. Çok güzel bir yazı olmuş 👏
YanıtlaSil