Filiz uluslararası bir şirkette strateji ve iş geliştirme departmanında çalışıyordu. Arkadaşları tarafından sevilir, ailesinin neşesi olarak adlandırılırdı. Alımlı bir kızdı. İyi eğitim almış, tek çocuk büyümüş, memur olan bir ailenin kızıydı. Hayat ona güzel bir imkân sunsa da o da çabası ile bunların üstüne koymuştu. Yönetemediği ilişkileri ise onun en büyük sınavıydı.
Evet hayatın sunduğu imkânlar vardı ama adı üstünde imkândı. İmkânlar insanın kendi bedeli ile elde ettiği şeyler değildi, imkânlara rağmen vereceği tepkiyi görmek istiyordu hayat. “İyi bir ailede büyümene rağmen sen ilişkilerini canlı tutmak için ne yapıyorsun? Alımlı olmana rağmen davranışlarına o güzelliği katabiliyor musun?” diye soruyordu insana. Ama tüm sorular sadece soruyu merak eden için gizliliğini açık ediyordu.
Güzel bir bahar günüydü, pazar kahvaltısı bitmiş evdeki işlerini toparlamıştı. Saat üçte yürüyüş yapmak için dışarı atmıştı kendini. Bu yürüyüşün hedefi zihnindeki soruları boşaltmaktı. Kendi kendine kaldığında uzun uzun düşünür, düşüncelerini bir yere bağlamakta zorlanır, bu sebeple kendisinden kaçmak için yürüyüşe çıkardı. Aslında kaçmaktan ziyade kendisiyle tanışmaktan korkuyordu. Her yeni güne beraber uyandığı kendisini tanımıyordu. Ve belki de tanışsa sıkça suçladığı insanlar yerine, çuvaldızını kendisine batırması gerekecekti. Bu noktada da kolay olan bir başkasında hatayı bulmaktı.
Yürüyüş esnasında asılan bir afiş dikkatini çekti, "Kendinle tanışmaya var mısın?" Hayat her yerden benzer mesajlar veriyordu sanki. Mesajı okuyamayan için ise bu işaretler oldukça silikti… Kolay kolay bir afiş, korna sesi, yeni açılmış kafe dikkatini çekmezdi. Kafası önünde, iç dünyasına dalmış şekilde derin düşüncelerle yürürdü çünkü. Hatta o iç dünyasından çoğu zaman çıkamaz, “Pardon dalmışım, tekrar edebilir misiniz?” cümlesini de sıkça kullanırdı.
Hayatta hep aynı kişilerle benzer problemleri yaşamaya devam ediyordu. Birbirlerini çok sevdiğine inandığı bir nişanlısı vardı. Geçen yaz tam da onun doğum gününde nişanlanmışlardı. Bu hikaye onun için bir aşk hikayesi olsa da zaman geçtikçe ilişkinin dinamiklerini anlamakta zorlanıyordu. Kendisinden farklı olan ile yakın bir ilişki kurabilmek kolay değildi. Tabi bunun yanında aileler de işi kolaylaştırmak yerine zorlaştırıyordu sanki. Herkesin beklentileri farklıydı, kimseyi kırmadan gönülleri hoş etmek de epey zordu onun için. “Ben yaptım oldu.” cümlesi Filiz için bir mottoydu. O beğendiyse yeterliydi. “Bir de her seçiminde bir başkasından onay mı alacaktı?..” Kimi gelenek görenekleri önemserken, kimi yeniliklere ayak uydurmak gerektiğini söylüyordu. Kimi tüm formaliteleri yerine getirmeden evlenmek olmaz diyor, kimi de bu zamanda bohça mı kaldı diyerek bunları israf sayıyordu. Nihayetinde iki farklı aile birleşiyordu. İnsanın kendisinden farklı olana uyum göstermesi herkesin yapabileceği bir davranış değildi.
Nişanlılık süreci onu çok yormuştu. İşe gitmek bile zihnini rahatlatıyor, en azından yapılacakları düşünmüyordu. Elinde listesi, işler bittikçe tik atıyor, planladığı gibi gitmeyen durumlarda da panikliyordu. Yürümek ise ona en iyi gelen şey oluyordu bu süreçte.
“Neden ben?” diyordu bazen, “Neden hep beni bulur bu rahat insanlar? Bir söz verdiysen o saatte orada olmalısın. Geleceğim dediysen gelmelisin.” İnsanların rahat davranışları onun için bir sınavdı adeta. Bununla beraber tahammül edemediği bir diğer özellik de yavaş insanlardı. “Pardon, biraz hızlanabilir misiniz lütfen.” cümlesini gün içinde çokça kullanırdı.
Evin tadilatı ile uğraşırken söz verip de zamanında teslim edilmeyen mobilyalar da nişanlısı Semih de hatta kahve sırasında önündeki insanlar da onu sinirlendiriyordu. Kendisinin eli çarçabuk iken, hayat sanki ona “yavaşla” diyordu. Yavaşla ve hayatın sana göstermek istediği işaretleri fark et. Nereye yetişiyordu? Bu telaşının sebebi neydi? Güne uyanma sebebi o gün yapılacaklar listesini tamamlamak mıydı sadece? Yoksa onu geri düşüren özelliklerini fark edip, zorlansa da zıddını yapabildiğinde mi doğru cevabı verirdi insan?
Bir türlü hayatın ona ısrarla göstermek istediği mesajları okuyamıyordu. Benzer problemlere aynı cevapları verip duruyordu. “Burada ne görmeliyim?” sorusunu sormadan bu döngüden çıkmak kolay değildi. Bunun için de bildiğini düşünmeden, öğrenebilmeye açık olması gerekiyordu aslında. Öğrenmek, irdeleyenlerin yapabileceği bir şeydi. Ben biliyorum demek irdelemeyi durduruyor ve doğru bildiği yanlışlarla ilerlemesine sebebiyet veriyordu insanın.
Yaşadıklarından deneyim transferi çıkartmaktansa, aynı şeyleri deneyip aynı şekilde yanılıyordu. İnsan iki şekilde öğrenirdi aslında; ya sürekli deneme-yanılma yaparak, ya da deneyim transferine başvurarak. Bu deneyim transferini kazanmanın da yolları vardı. Ya kendi deneme-yanılmalarına bakarak bir sonuca varabilirdi, ya aynı yoldan yürümüş bir diğer kişinin hayatına bakabilirdi, ya da doğaya bakarak kendisine bir yol çizebilirdi. İnsan kendinden çok emin olduğunda bu deneyim transferine başvurmak pek de anlamlı gelmiyordu. Nasıl olsa kendisi biliyordu ne yapması gerektiğini (!)
Peki bu döngü nedendi? Neden nişanlısının davranışları onu küplere bindirebiliyor, trafikte yavaş giden o araba karşısına çıkıyor, gelenek görenek için ısrarcı o kayınvalide onu buluyordu? Halbuki insan doğaya baktığında ahenk içinde akan bir düzenle karşılıyordu. Bir karınca bile gitmek istediği hedefe en rahat şekilde varmak için bir diğer karıncanın rotasını takip ediyor, kuşlar sürünün en önündekinin hamlelerine uyumlanıyordu. Doğada deneyime bir uyum vardı.
Duyacağı hiçbir cümle onu mutlu etmeyecekti, bunu biliyordu. Belki kendi aceleciliği ile karşılaşacaktı günün sonunda, belki de işler istediği gibi gitmediğinde esneyip yumuşak huylu kalamama halini görecekti. İnsan deneyim transferine, egosuna pek de hoş gelmeyecek şeyleri duyacağı zaman başvurmuyordu.
Nişanlısı Semih sanki cımbızla seçilmiş gibi onun tam zıddı bir çocuktu. Üniversite aşkıydı onlarınki. Bir seçmeli derste tanışmışlardı. Filiz’in başlamasına yarım saat kala yerini aldığı sınavda, sınava beş dakika geciken Semih’in kendisinden kalem istemesi ile başlamıştı arkadaşlıkları. “Bu nasıl bir öğrencilik, insanın sınava girerken bile kalemi olmaz mı?” diye söylenmişti kendi kendine. “Böyleleri de var demek ki! Hayret valla, ben sınava geç kalsam stresten hayatta sınava odaklanamam.”
Semih’le aynı anda teslim ettiler kağıtları. “Nasıl geçti?” diye sordu Filiz’e. “Gayet iyi geçti, ama iki gün kala bakmaya başladığım bir konu vardı, onun sorusunu çözmek beni zorladı. Çok gerginim, umarım geçebilirim.” dedi. Semih kahkaha atarak “İki gün kala mı? Ben sınava iki saat önce çalışmaya başladım.” diyerek cevap verdi. “Gerilme bu kadar, halledersin.”
O cümleye ilk başta gıcık olsa da sanki bir yerlerde iyi gelmişti. Kendisinden daha rahat birini görmek, bir an omuzlarındaki yükü almış, kendisine haksızlık ettiğini fark etmişti. Semih’in o esnek ruh hali, bir nebze de olsa ferahlatmıştı içini.
Günler geçti, aynı derslerde denk gelmeleri, ortak arkadaşlıklar derken ilişkiye dönüşmüştü süreçleri. Semih; arkadaş çevresi geniş, girdiği her yerde muhakkak tanıdığı birileri olan, esprili, cömert biriydi. Filiz’in en etkilendiği özelliklerdendi bunlar; rahat iletişimi ve cömertliği. Kendisinin arkadaş çevresi bir elin beş parmağını geçmediğinden, onun bu girişken halleri hoşuna giderdi. Bazen de bu kadar geniş bir çevrenin çok fazla olduğunu, insanın güvenecek 2-3 dostu olmasının yeterli olduğunu düşünürdü.
Semih’te hoşlandığı bu özellikler bazen de sınavı olurdu. Semih’in esnek ruh hali, Filiz’in dakikliği ile karşılaşınca yaşadığı bekletilmeler onu çok zorlardı. Ya da halledilmesi gereken bir beyaz eşya alışverişi için “Hallederiz, merak etme.” cevabını almak ona geçiştirilmek gibi gelirdi.
İkisinin de birbirinde değiştirmek istediği huyları vardı. Huy, insanın doğuştan getirdiği ve olumlu özellikleriydi. Karakter ise, kendisinde var olana sonradan eklediği olumlu özelliklerdi. Bir yuva kurmak, bir insanla hayat birleştirmek de karakter kazanmanın yollarından biriydi. Nihayetinde kendinden farklı biri ile bir hayatı paylaşmak… “Ben buyum.” diyerek köşeye çekilebilecek bir yer değildi evlilik.
Düğüne sayılı gün kalmıştı. Kafasında bu sorular sürekli dönüyordu, “İnsan daha kendisini tanıyamamışken, neyi sever neyi sevmez, hangi konularda iyi hangi konularda doğru tepki vermekte zorlanıyor bunları anlayamamışken, bir de farklı bir insanla aynı evde yaşamayı nasıl becerebiliyor bu insanlar?” Uzun süreli evliliklere hayretle bakıyordu. Kendinden farklı olanla bu kadar uzun vakit geçirmek hiç kolay şey değildi onun için.
Onun son zamanlarda Semih’le yaşadığı gerginliklerin kaynağı onu değiştirme isteğinden geliyordu. Onunla vakit geçirmekten keyif alıyor ama kendisinden farklı olan özelliklerine tahammül ederken zorlanıyordu. Başlangıçta onun da hoşuna giden özellikleri, yönetemediğinde bir olumsuzluk gibi geliyordu gözüne. Bu özellikler onun için bir problem iken bir başkası tarafından takdir görebiliyor, beğenilebiliyordu
İnsan karşısındakinin doğasında olan özelliklerini anlayamadığında, bunun kendisini gıcık etmek için ya da ona değer vermediği için yaptığı bir davranış olduğunu düşünüyordu. Bu sebeple de onun niyetinde kötü bir zemin arayabiliyordu. Ancak bunu kötülüğünden değil de ondan farklı olduğu için yapabileceğini hiç düşünmüyordu. Kendi yapısını daha mantıklı, daha yerinde görebilirken; bir başkasının düşünce tarzı onun için pek de anlamlı olmuyordu. Bu noktada da tartışmalar başlıyordu.
Bu gerginlikler onu, kahvesini teslim almayı beklerken geçirdiği bir panik atak krizine kadar götürmüştü. O anda Semih ile telefonda tartışıyorlardı. “Sen hep böylesin.” ile başlayan cümleler, “Zaten hep böyleydin.” ile devam ediyordu. Artık canına tak etmişti. Bunun yanına bir de düğün hazırlıklarının getirdiği baskı eklenince iyice kontrolden çıkmış ve stresini yönetemediği için fenalaşmıştı.
“Cevap verin lütfen. Adınız ne? Beni duyabiliyor musunuz?”
Uğultu gibi gelen soruların ardından yavaş yavaş gözlerini açmaya başlamıştı. Geçmiş beş dakikayı hatırlamıyordu bile ama "Adınız ne?" sorusunu duyduğunda tekrar bilinci yerine gelmişti. Sahi kimdi o? Tanıyor muydu bu insanı? Stresten, anlamlandıramadığı olaylardan ve bir türlü tanımlayamadığı davranışlardan dolayı bugün panik atak yaşar hale gelmişti. “Adınız ne?" "Beni duyabiliyor musunuz?” cümleleri kulaklarında yankılanmaya başlamıştı. Kendisini bu noktaya getirdiği için çok üzgündü. Çünkü bu, o değildi. Bu gergin tavır, bu panik hali ve bu şikayetvari davranışlar kendisine zarar veriyordu.
Ayıldığında onu eve kadar bırakmayı teklif eden kadının sorduğu soru aklına takılmıştı: “Kontrolünüzde olmayan hangi problemle kendinizi bu kadar yordunuz.” Nasıl da anlamıştı yorgunluğunu...
"Kontrolünüzde olmayan" ifadesi onu çok şaşırtmıştı. Sanki hayatında ilk defa böyle bir ifade duyuyordu. Kontrolünde olmayan şey neydi? İnsanların olaylara ve durumlara verecekleri tepkiler mi? Oysa insanların tepkilerinin onun istediği gibi olabileceğinden, değilse de değişmeleri gerektiğinden çok emindi. “Nasıl yani?” dedi, “Biz en yakınımızdaki insanların davranışlarını değiştiremez miyiz?”
Halbuki bizden farklı düşünce yapıları da vardı bu hayatta. Biri için bu hayatta fayda görmek önemli iken diğeri için keyif almak daha ön plandaydı. Birisi duyguları ile hareket ederken, diğeri mantık insanıydı.
Aslında yaratılışımızdan itibaren birbirimizden farklı olan düşünce yapılarına sahiptik. Bununla birlikte bu farklılıkları kabullenemediğimiz noktada insanların tepkilerini yönetmeye çalışıyorduk. O anda farkındalık kazandı ve kendisine şu soruyu sordu “Ben bu insanla yol almak istiyor muyum? Uzun vadede bana iyi geliyor mu?”
Eğer öyleyse, şifam aslında benden farklı olandır mutlaka diye düşündü. Belki de bugün o gerginliği, kontrolcü yapısından dolayı yaşamıştı. Oysa şifası, daha esnek olan bir zihin yapısına kavuşmaktı. Çünkü bu kadar her şeyi tetikleyen özelliği tam da bu katılığıydı. Ona hiç benzemeyen ondan farklı olan bir kişi ile aslında hayat onun şifasını başına vermişti. O gün o cümleyle zihnindeki bir çok yargı değişti ve kendisine bir söz verdi; dönüşümünün başlangıcı olan o cümleyi kendisine sıkça hatırlatacaktı...
Kaleminize sağlık:)
YanıtlaSil