Uçsuz bucaksız bir ormanda, birbirinden farklı ağaçların göğe uzandığı bir yerde, her ağacın kendi kuşu vardı. Meşenin dallarında sabırlı baykuşlar yaşar, incir ağacına düşkün serçeler konar, çam ağaçlarında ise rüzgârla dans eden saka kuşları öterdi. Her kuş, doğasıyla uyumlu ağacı seçmiş, yuvasını orada kurmuştu. Çünkü kuş bilirdi: Yuvasını yanlış dala kurarsa, ne rüzgârla baş edebilirdi ne de açlıkla.
Ormanın kıyısında ise başka bir kuş yaşardı. Adı Rava idi. Rava, ne tam anlamıyla bir saka kuşuydu, ne de serçe. O bir İspinozdu. Kanatları biraz parlak renkte, ötüşü biraz farklıydı. Farklı olmaktan gurur duyardı ama bu farklılık ona bir huzur değil, sürekli bir arayış veriyordu. Her sabah başka bir ağaca uçar, "Belki bu sefer bulurum" derdi. Parkları bahçeleri severdi. Ama yaşamın hareketli olduğu yerlerde de kendine bir yuva kuramadı. Sonra da bir ormana bir şehre doğru uçup kendine bir dal aradı.
Bir gün meşe ağacına kondu. Oradaki baykuş ona şöyle dedi:
"Biz burada az konuşur, çok düşünürüz. Dallarımız ağırdır, kolay taşımaz seni."
Ertesi gün incir ağacına gitti. Serçeler neşeyle ötüyordu ama biri onu kenara çekip fısıldadı:
"Senin ötüşün fazla güçlü, buradaki haberleşme ağını zedeleyebilirsin."
Sonra çam ağaçlarına gitti. Saka kuşlarıyla rüzgârda süzüldü ama biri homurdandı:
"Sen fazla sorguluyorsun, biz sadece üzerimize düşeni bilerek ve isteyerek yapıyoruz."
Rava yoruldu. Her ağacın kendi kuşu vardı. Her yerin bir doğası, bir olması gerekeni vardı. Ve o, hiçbirine tam uyamıyordu. İçinde büyüyen boşluğu "yetersizlik" sandı. Oysa gerçek başka bir yerdeydi. Bu, okula giden çocuğun ödev yapmanın anlamsızlığını sorgulamasına, bir annenin yemek yapmanın gereksizliğini sorgulamasına ya da bir babanın evinin ihtiyaçları ve güvenliğinin sağlanmasını saçma bulmasına benziyordu. Yapması gerekeni yapmadığında, rüzgârda savrulan ve bir yerlere yük olan poşet gibiydi. Dalından düşüp esintiye kapılan bir yaprağın bile düşeceği yer belliyken, insanın sorumluluktan kaçma çabası ancak bir çöpe benzeyebilirdi. Gittiği her yerde zarar olan bir çöpe.
Rava da gideceği yeri kestiremiyordu bir türlü. Bir gün ormanın derinliklerinde yaşlı bir ardıç ağacıyla karşılaştı. Ağacın kabukları çatlamış, dallarında sadece birkaç kuş vardı. Ama rüzgâr oraya başka esiyor, sessizlik başka bir şekilde susuyordu. Çünkü Ardıç ağacının kuşu Ardıç kuşuydu. Birlikte büyüyen birlikte yaşlanan sıkı dostlardı onlar. Rava ağaca konduğunda, yaşlı bir Ardıç kuşu ona yaklaştı:
"Ne arıyorsun evlat?"
Rava iç çekti:
"Kendime uygun bir yer... Her yere konuyorum, ama hiçbir yerde yuva kuramıyorum."
Yaşlı kuş gülümsedi:
"Sen her seferinde 'ne istiyorum' diye sordun kendine. Oysa önce 'neye ihtiyacım var' deseydin, aradığın ağaç belki çoktan seni çağırmıştı."
Rava, ilk kez sustu ve düşündü. Uçmak güzeldi ama yuva için sadece kanat yetmiyordu. Isınmak istiyorsa kalın dallara, beslenmek istiyorsa doğru meyvelere, huzur istiyorsa uyumlu seslere ihtiyacı vardı.
O günden sonra uçmayı bırakmadı, ama artık önce kokladı dalları, dinledi rüzgârı, tarttı içini. Ve bir gün, ne çok yüksek, ne de çok alçak bir ağacın dalında, ihtiyaçlarının cevap bulduğu bir yer buldu. Orası en güzel yer değildi belki ama doğru yerdi.
Ve o an anladı:
"Her ağacın kuşu başkadır. Ve her kuşun da bir ağacı vardır."
Martı değildi ki, geniş kanatlarıyla kara ve deniz arasında gezsin ve ağaçsız yaşasın bir ömrü. Karga değildi ki upuzun gövdeli kocaman ağaçlarda yaşasın ve geniş yapraklarla örtsün tüm sevdiklerini.
Kendi doğasına uygun bir ağaca yuva kurmalıydı. Ağacını korumalı ve ona sahip çıkmalıydı.
Ama bulmak için önce dürüst olmak gerekir kendine:
Onun kanatlarına yön veren şeyler neydi?
İstek mi?
Yoksa ihtiyaç mı?
Yorumlar
Yorum Gönder